NİHAYETSİZ ÖLÜMLER

135 2

“Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası tüm yurdu etkisi altına aldı.” diyordu televizyondaki muhabir. Yurdun birçok yerinden kar yağışının ve kapanan yolların haberleri geliyordu. İzlediği televizyonu kapatmadan çıplak ayakla kapıyı açtı, mermerden yapılmış soğuk merdivenlerden yukarıya yavaş, bir o kadar ağır adımlarla çıktı. Sanki ayağına pranga vurulmuş gibi yavaş adımlarla apartmanın en üst katına çıktı. Hiç düşünmeden kapının sürgüsünü çekti. Yerde buz tutmuş olan kara basa basa ilerledi. Oysa bu çatıda ne çok eğlenmişti Yaz günlerinde yaptıkları barbekü partileri, gün batımını izledikleri akşamlar, eşiyle içtiği birkaç kadeh kırmızı şarap, kızının ilk doğum günü ve daha birçok şey film şeridi gibi gözünün önünden geçti, gitti. Hafif bir rüzgâr esiyor, martılar İstanbul semalarını turluyordu ve soğuk havaya aldırmadan tadını çıkarıyorlardı bu özgürlüğün. Çatının en uç noktasına geldi, sırtını İstanbul’a çevirdi ve gözünü kapattı. İki kolunu yana açarak kendisini sırt üstü aşağıya bıraktı. Boşluğun ölüme yakın olma hissi, bunu hissetmek ona sanki iyi gelmişti. Yere çarpmasına ve belki de bedeninin dağılmasına az kalmış olmalıydı. Uzun sürdü bu düşüş. Yoksa sandığından daha mı yüksekteydi evi. Onlarca düşünce ve bir bekleyiş vardı. O sırada oradan geçmekte olan ve borçlarından dolayı el konulmuş olan bir kamyon dolusu pamuğun içine düştü. O öldüğünü sanıyordu, ölmüş olmalıydı. Gözünü açınca fark edecekti gerçeği. Gözünü açtı, etrafına baktı. Vücuduna dokundu, hiçbir şey olmamış ve ölmemişti. Aklına eşinin yıllarca ona söylediği sözler gelmişti. “Neyi başardın ki bunu başaracaksın!” bu sözler aklında bir pikapta çalan bozuk bir plak gibi tekrar ediyordu. Bu zamana kadar birçok işte başarısız olmuştu. Karısının haklı çıkacak olmasına mı yansaydı yoksa ölemediğine mi, bilemedi. Nihayet kamyon bir yerde durdu. Kimselere görünmeden kamyondan indi ve yalın ayakla soğuk havada yollara düştü. Onu görenler deli sanıyor olmalıydı. Haklılardı, böyle bir havada, böyle bir halde başka kim olurdu ki dışarıda. Ama bunlara aldırış etmeden devam etti yoluna. Hiçbir şey düşünmüyordu, hiçbir şey hissetmiyordu. Tek bildiği bir şey vardı o da yaşamak istemediği. İnsanların bakışları altında evin yolunu tutmuştu. Saptığı ara bir sokakta kır saçlı, orta boylu, hafif göbekli zengin görünümlü bir adam bir kadınla tartışıyordu. Daha da ileriye giderek kadına el kaldırdı. Ölmeyi hak etmek dışında başka neyi hak ederdi ki böyle insanlar! Dayanmayarak adamın elini havada yakaladı ve var gücüyle adamın anlının ortasına bir kafa attı. Bunu yaptığına kendisi bile inanamadı. Oysaki şiddet karşıtı biriydi. Ölmeyi arzulamak belaya bulaşmayı mı gerektirirdi yoksa?

Ardına bakmadan ara sokaklardan geçti. Metruk, virane evlerin olduğu bir mahalleden geçerek evine vardı. Merdivenlerden yavaş yavaş çıkarak dairesinin kapısına geldi. Daha önce açık bıraktığı kapıya dokunmadan evine girdi.  Islak ayaklarıyla yıllar önce İran’dan getirdiği pahalı, gül ve bülbül işlemeli el yapımı halılara basarak İtalyan koltuklarına oturdu. Açık olan televizyonda ülke ekonomisini tartışıyordu birileri. Aslında koca koca adamlar ipe sapa gelmez konuları tartışmakla meşhurdu ya bu ülkede… Bir süre oturdu, hiçbir şey düşünmeden boş boş karşı duvara baktı. Yerinden kalktı, çamaşır odasına gitti. Ne aradığını bilmeden bütün dolapları, çekmeceleri karıştırdı. Ne aradığını sormadı bile kendisine. Dolapların üstünden indirdiği bir kartonda yıllarca imalatını yaptığı ve dünyanın birçok yerine sattığı çamaşır ipini buldu. Önce ipe sonra da etrafına baktı. Tavanda asılı duran kancayı gördü. İpe birkaç düğüm atarak kancaya bağladı. İpe yetişmek için banyoda bulunan tabureyi aldı, üstüne çıktı ve ipi boynuna geçirdi. Son olması dileğiyle kendisini tabureden aşağıya bıraktı. Gözlerini yumdu; bırakırken kendisini boşluğa. Bırakmasıyla birlikte ip, nefesini keskin bir bıçak gibi kesti. Nefessiz kaldığı için can havliyle çırpınmaya başladı tıpkı misinanın uçuna takılan bir balık gibi. Nefessiz kalan bedeni mosmor kesildi. Çırpınışlarına dayanamayan tavandaki kanca kırıldı. Kancanın kırılmasıyla beraber yere düştü. Yeniden nefes almaya çalıştı. Belli belirsiz bir soluk çekti ciğerlerine, ara ara yerini öksürük nöbetlerine bıraktı bu çaba. Babasının kesik kesik öksürdüğü zamanları hatırladı. Nefessiz kalmıştı, gözleri karardı. Göz kapakları tonlarca ağırlığı taşıyormuşçasına karşı koyulamaz bir hamle ile kapandı. Uyandığında televizyondaki kadın yüksek sesle, “Günaydın Türkiye!” diye haykırıyordu. Durmadan ikinci habere geçmişti. Ekonominin büyüme rakamları açıklanıyor hemen arkasından da marşlar çalınıyordu. Acıktığını hissetti, en son ne zaman bir şeyler yiyip içtiğini hatırlamadı. Yavaş yavaş yerinden kalktı ve boynunda derin bir iz bırakan ipi çıkardı. Kısık ve öfkeli bir şekilde küfrederek bir kenarı fırlattı elindeki ipi. Yine başaramamıştı. Yine karısı haklı çıkmıştı. Günlerce kömür madeninde çalışmış olan bir madenci kadar yorgundu. Yorgun adımlarla mutfağa geçti.  Dolaptan içerisinde birkaç zeytin bulunan kavanozu aldı ve masaya koydu. Tezgâhta duran ve kim bilir ne zamandan kalmış olduğu belli olmayan, küflenmiş olan kaşarı ambalajından çıkardı. Çekmeceden aldığı bıçakla küflenmiş kısımları temizlerken bir Kars gezisinde eşiyle tattığı eski kaşarın tadını anımsadı. Ne güzeldi her şey o vakitler. Geri gelmeyecek olması o zamanların; boğazında bir düğüm haline geldi ve takıldı. Masada ekmek sepetin içinde bulunan poşette birkaç dilim yulaf ekmeği vardı Hiç sevmezdi bu ekmeği. Ama kızı alırdı bu ekmeği hep, formda kalmak ve sağlıklı bir yaşam için. Şimdilerde bunların da hiçbirinden eser yoktu. Masanın başında bulunan ve her zaman eşiyle karşılıklı oturduğu sandalyelerden birini çekti. Düşünerek oturdu. Kavanozdan bir zeytin alıp ağzına attı. Aklına eşinin her sabah burada ona hazırladığı sucuklu yumurta ve sıcak çay geldi. Bu sandalye ve masada ne çok anısı vardı. Gözlerinden bir iki yaş aktı ve önünde duran siyah zeytinin üstüne düştü. Masada duran sudan bir iki yudum içti. Artık sudan da tat almıyordu. Bunları yaparken gözü masadaki bıçağa takıldı. Trabzon gezisinden aldığı el yapımı bıçaktı bu.  O kadar çok sevindi ki! Eve kızıyla karısı dönse bu kadar sevinmezdi. Bıçağı bir hamlede, başkasından kaçırır bir halde aldı. Sağ eline aldığı bıçağı havaya kaldırdı ve sol tarafına, tam kalbinin üstüne sert bir darbeyle saplamaya çalıştı. Darbeyle birlikte sandalyeden yere düştü. Göğsünde tarifsiz bir acı hissetti. Gözlerinden bir nehir misali akmaya başlamıştı yaşlar. Dayanılacak bir acı değildi bu ona kalırsa. Birkaç dakika yerde hareketsiz, baygın yattı. Aradan yaklaşık bir saat geçti. Kendisine geldiğinde gözünü açmakta epey zorlandı. İstemsiz bir şekilde sağ elini acıyan tarafa götürerek, bastırdı. Kan veya bir yara yoktu. Etrafına anlamsızca baktı. Niye ölmediğini düşünürken bıçağı gördü. Bıçak yerdeydi. “Nasıl olur bu!” diye düşündü defalarca. Göğsüne vururken boynunda bulunan ve içinde kızının ve karısının fotoğraflarının bulunduğu gümüş kolyeye çarpmış olmalıydı bıçak. Sivri tarafı eğri bir hal almıştı çünkü. Karısı yine haklı mı çıkmıştı? Yerinden kalktı, nefes almakta zorlanıyordu. Salona gitti ve kendisini kanepeye bıraktı. Acının verdiği yorgunlukla uyuya kaldı. Birkaç saat sonra gözünü açtığında dışarıdan ağlama sesleri geliyordu. Sitemkâr ve pişmanlık dolu bir ağlamaydı bu. Bir başkası ise durumun ciddiyetini anlatıyordu ve yalnız bırakılmaması gerektiğini söylüyordu. O kadar yorgundu ki bırak gözünü açmayı nefes bile almakta zorlanıyordu tekrar uyudu. Gözünü açtığında karşısında ona bakan ve gözyaşları içerisinde gülen kızını gördü. Hiç konuşmadı, konuşamadı. Gözlerinden yaşlar aktı; ince, özlem doluydu bu yaşlar.

Birkaç gün sonra hastaneden taburcu oldu. Taburcu olduktan sonra kızı onu alarak yıllardır uğramadığı baba evi olan Manisa’nın Zeytin Köyü’ne getirmişti. Haftalar geçti, hiç kimseyle konuşmadı, ağzından tek kelime çıkmadı. Nerden aklına geldi bilemedi ama çocukluğundan yediği incirler geldi aklına. Karşı koyamadı bu arzuya ve evin bahçesinde bulunan, daha çocukken babasıyla diktiği incir ağacına çıktı. Olmuş incirleri dalından koparıp birer birer yemeye başladı. Yerken babasını ne kadar çok özlediğini düşündü. Her yediği incirde babasıyla yaptığı gereksiz kavgaları hatırladı. İçerledi bu duruma. Babası haklı mıydı yoksa?  Kızı, oturduğu yerden babasına baktı. Hem çay içiyor hem de içten içe seviniyordu. Ağaçtan inmeden birkaç olmuş incir kopardı. Kızına teşekkür eder gibi kopardığı incirleri uzattı ve sadece “Al kızım.” dedi.  Bir daha konuşmamak üzere derin bir sessizliğe büründü. Güneş batıyordu ve ardında muazzam bir kızıllık bırakıyordu. Radyoda eskiden dinlediği ve çok sevdiği bir türkü çalıyordu.

“…Geceler mi sen, ben mi yorgunum

Mermiler mi sen, ben mi yangınım

 Düşlerim tutsak, yüreğim sürgün

 İçimde bir çocuk tedirgin

 Suskunum, vurgunum, tedirginim ben

 Haylanmaz, uslanmaz, tedirgin…”

2 comments

  1. Kalemine sağlık

  2. tebrikler öğretmenim

Bir cevap yazın