Yol geçmez araba çıkmaz, gözlerden ırak dünyadan uzak, çamlar, ardıçlar, yaprakları henüz sararmış meşe ve çitlenbik ağaçları arasında, önünde uzanıp giden genişçe düzlükte yer alan küçük bir sebze bahçesine ve hemen bitişiğindeki çitlerle çevrili keçi ağılına bakan ve ufka doğru uzanan eşsiz manzaraya hakim bir yamaca kurulu taş bacalarından dumanların tütmekte olduğu, şirin mi şirin iki ahşap ev. İçine girip çıkmayasın, okuyasın, yazasın, çizesin, gün ışığında yeşil denize, gecenin zifiri karanlığında yıldızlara bakasın, türküyle yatıp şarkılarla uyanasın gelen, mutluluk ve huzurun sanki mecburi olduğu İki küçük ev…
Ama insanoğlu işte! Bolluk içinde yokluğu yaşar da yokluk içinde gönlünde güller açar. Soğan ekmekle karnı doyar da balık havyarla daha yok mu der. İşte bizim iki küçük şirin evimizin sakinleri de maalesef sahip oldukları güzelliklerin ne şükründe ne de bilincindeler. Üstelik hiç sakin de değiller. Baba oğulla kavgalı oğul ana ile ama bütün yaşananlarda da kabak, yeni gelin Nazlı’nın başında patlamakta… Ana geline söylenir, baba geline bağırır, koca hoyratça dalından kopardığı nazlı gülü ezer de ezer. Hiç gül görmemiş, hiç nergis koklamamış ki ne yapsın fukara… Nazlı bin pişman, bu oğlana “Evet!” dediğine. Ocaktaki odun ateşi gibi içi yanmakta, bacadan çıkan duman gibi acıları tütmekte… Ama ne dumanı gören var ne de ateşi. Avaz avaz içinden kopup gelen çığlıklar, boğazındaki düğümü aşamıyor bir türlü. Feryadını duyurabileceği, konuşabileceği, paylaşabileceği hiç bir canlı kul yok. Tek duyduğu yabancı ses radyodakiler. Onun da geçenlerde pilleri bitti, yenisi kim bilir ne zaman alınır. Telefon da yok ki anasını babasını arasın da birazcık içini döksün.
Nazlı, ne yaptıysa yaranamadı. Ne aile büyüklerine ne de kocasına. Her yaptığı kabahat, her söylediği kabahat… Her gün küfür, her gün azar. Üstelik onca hakaret ve eziyetten hemen sonra, hiç bir şey olmamış gibi bir de koynuna girmiyor mu kocası! Acıların en büyüğü de bu
olsa gerek.
“Tanrım dayanılacak gibi değil. Kaçıp gitsem mi yoksa!” diye düşünmeye başladı Nazlı. Kış iyice bastırmadan, kar yolları kapamadan gitmeli buralardan. Ya annesi babası da “Kır dizini otur oturduğun yerde!” deyip, geri gönderirlerse. O zaman ne yapar, nereye gider kızcağız. Sorular sorular… Boşa koysa dolmuyor doluya koysa almıyor. “Sabır kızım, biraz daha sabır.” dedi kendi kendine. “Belki değişirler belki de severler beni! Allah korusun! Ya artarak devam ederse bu işkence, bu çile. Nasıl dayanırım o zaman. Şimdi bile çok zor. Tanrım bana bir çıkış yolu göster, bu insanların kalbine merhamet, gönüllerine sevgi, bana da dayanma gücü ver. İyiliğini esirgeme bizden. Sen sığınılacak yegâne dostsun.”
Umutları her geçen gün tükendi genç kızın. Yaşamında değişen hiçbir şey olmadı. Üstelik ilk kar düşmüş, doğa beyaz elbisesini giymiş, saçaklardan buzlar sarkmıştı. Zaten patika olan kaçış yolu henüz kapanmamıştı ama onun da eli kulağındaydı. Yalnız muhteşem bir kış görseli oluşmuştu. Nazlı bu manzaraya bakarak uzaklara dalıyor, doğanın dinginliğin de ve ihtişamında biraz huzur biraz teselli buluyordu. Her şey iyiydi hoştu, soba gürül gürül, çaydanlık fokur fokurdu. Fakat baba yine kereste, koca yine odundu. İki kişi iki eve
sığamıyor, bağrış çağrış ve küfürler havada uçuşuyordu. Hala kaçış düşlerinde olan Nazlı’nın hiç istemediği şey de başına geliverdi. Yüklüydü kızcağız. Acaba bu durum olumlu bir değişimin başlangıcı olabilir miydi? Beklemedi Nazlı. Hemen verdi haberi. Sevinç çığlıkları umdu bir an. Ama hepsi de taş gibiydi. Üstelik “senin derdin yetmezmiş gibi bir de sıpanla mı uğraşacaz!” dedi kocası. Umutları buhar olup uçtu, asılıp kaldı tavana. Demek ki ne olursa olsun hiçbir şey değişmeyecekti hayatında. O da doğal ve derin bir sevgiyle bağlandı bebeğine. Her şey onun içindi artık. Her şeye onun için katlanacak ve her şeye onun için sabredecekti. Fakat kara yazı bu, biter mi hiç? Bir ay sonra kocası olacak hergele iki tokatla yere serdi Nazlı’yı. İki tekme de karnına yapıştırdı. Allahtan bebeğe bir şey olmadı ama bundan sonra olmayacağı anlamına da gelmezdi. İşte o saniye bir daha dönmemek üzere gitmeye karar verdi kızcağız. Çünkü bebeği de tehlike altındaydı artık. O akşam kocası yine pis kokularını üzerinde bırakarak derin bir uykuya daldı. Hem horlayan bu kemre torbasından hem de bedenindeki döl izlerinden iğrenerek çıktı yataktan. Sobaya iki odun daha attı. Üzerinde ısıttığı ibrikle boş dolaba girdi. Guslünü alıp temizlendikten sonra iki rekât namaz kıldı. Duvardaki mushafı indirip, hıçkırıklar içinde bir Yâsin okudu. Sonra tüm benliğiyle tüm
kalbiyle ellerini duaya açtı. Yalvardı, ağladı, göz yaşları süzülüp seccadeye indi. “Rabbim ne olur bizi esirge, bize yardım et!” deyip günün ilk ışıklarıyla yola koyuldu.
Kar yoktu ama hava iyice ayaza çekmişti. “Olsun.” dedi Nazlı, “Sadece iki saatlik yol var abimin köyüne. Hem yürüdükçe ısınırım, Rabbim de benimle değil mi zaten.”
Kaçmanın ve kurtulmanın verdiği umut ve heyecanla enerji doldu Nazlı’nın bacakları. O güçle daldı orman yoluna. Koşar gibi yürüdü bir saate yakın. Sağdan soldan kurt ulumaları gelse de umursamadı, korkmadı Nazlı. Özgürlük yolu bu; emek ister, cesaret ister. O da Nazlı da fazlasıyla var ama kara örümcek ağlarıyla örülüydü, kara kuru henüz yirmisindeki körpe fidanın hayat yolu. Kar düşmeye başladı tek tük. Çok geçmeden de tipiye döndü. Rüzgâr bir yandan kar bir yandan, yürüyemez oldu Nazlı gelin. Adımları giderek yavaşladı. Kendisi oldu kardan bir kadın. Biraz nefeslenip tipinin geçmesini beklemek için bir çam ağacının altına girip çöktü. Beklemeye başladı. Şiddetli soğuk ve tipiye bir de hareketsizlik eklenince, iliklerine kadar dondu kızcağız. Zangır zangır titremeye başladı. “Yolun sonuna geldim galiba!” diye düşündü. Korkmaya başladı. Kendi için korktu, bebeği için korktu. İki damla yaş düştü gözlerinden, hemencecik buz oldu kirpiklerinde. Sonrasında titremelerin yerini derin bir uyku isteği aldı. Pek tatlıydı bu ölümcül istek. Ama dayanacak gücü de kalmamıştı artık. Salıverdi kendini sonsuz uykunun şefkatli kollarına… Ağzından sızan son sözleri de hayatı gibi pek acılı oldu Nazlı kızın. Ama onları da kimseler duymadı. Yapışıp kaldılar kaskatı kesilmiş kardan yorgana;
“Karlar düştü bize, sen de üşüdün mü bebeğim?”