Beyaz perdede gerçek yaşam öykülerini izlemenin büyülü bir tarafı var. Akıl Oyunları, Deli ve Dahi, Her şeyin Teorisi gibi Sonsuzluk Teorisi (The Man Who Knew İnfinity) de bunlardan biri. Hindistan’da yokluk içinde ve geleneklerine bağlı yetişen Srinivasa Ramanujan’ın (1887-1920) hayatını konu alan başarılı bir biyografi filmi.
Ramanujan çözdüğü bazı formülleri, Cambridge’de matematikçi Godfrey Hardy’ye gönderir. Hardy, bu formüllerin ispatlanması için kendisini İngiltere’ye davet eder. Beyin göçü başlamıştır. Ramanujan’ın büyük umutlarla ve sevinçle çıktığı bu serüven, kendini kanıtlama ve varlığını kabul ettirme mücadelesine dönüşür. Yıllardır ülkesini sömüren İngiltere’nin en gözde üniversitesi olan Cambridge öğretim üyelerinin bağnaz-katı-gelenekçi tutumlarına maruz kalır. Birinci engel beyaz-ırkçı kafa yapısıdır. Akademisyenlere göre, Ramanujan’ın geldiği topraklar kendilerine ait ve oradaki insanların efendileri! Durum böyle olunca Ramanujan’ı kendilerinden aşağı görmekte bir beis görmüyorlar. O sefil bir Hintli, insan bile değil!
İkinci engel ise; duyularla, formüllerle ispatlanamayan her şeyi yok sayan “Rasyonel akıl”dır. Film, rasyonel ve sezgisel aklı karşı karşıya getirir. Ramanujan, Tanrı’nın kendisiyle matematiksel konuştuğunu iddia eder ve tamamen sezgilere dayanarak “bölünebilirlik” denklemini çözer. Akademisyenlerin bunu kabul etmesi zordur. Beethoven’in, 10. Senfonisini notalara dökmeden önce duyduğunu söylediğini hatırlarsak eğer aslında Ramanujan’ı anlamamız mümkündür.
Filmin alt metninde din-bilim çatışması da yer buluyor kendine. Hardy’nin onulmaz ateizmine karşı Ramanujan, dinine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı tam bir inanç adamı. Bu yüzden başlangıçta Hardy, O’nun ilahî bir esinle gelen ve bilimsel olarak kanıtlanamayan buluşlarını şüpheyle karşılıyor. Aralarında geçen bir diyaloga kulak verelim;
-Ben Tanrı’ya inanmam, ispatlayamayacağım hiçbir şeye inanmam!
-Öyleyse bana inanamazsın. Anlamıyor musun? Tanrı’nın düşüncesini ifade etmezse, denklemlerin benim için bir anlamları yok!
Bu ikilinin aralarındaki katı çekişmenin ortasında Bertrand Russel devreye giriyor. Russel kendini felsefî açıdan doğru bir yerde konumlandırarak, katı ateist hocayla katı dindar öğrencinin arasının düzelmesinde verdiği tavsiyelerle, köprü olmayı başarıyor. Russel’den iki replik;
“Doğru biçimde ifade edilen matematik, sadece gerçeği değil aynı zamanda ilahî güzelliğe de haizdir.”
“Bu not defterindeki formüllerin yarısını ispatlamak için hayatının geri kalanını harcayabilirsin ve bir daha kendine ait orijinal bir fikrin olmaz dostum.”
Filmin ilerleyen bölümlerinde Hardy’nin inadının kırıldığını ve artık şüpheyle yaklaşmadığını görüyoruz. Nitekim Ramanujan’ın Kraliyet Akademisine üye seçilmesi için yaptığı konuşma bir hayli dikkat çekici;
-Saf matematik için öne sürdüğümüz mazeret bu değil mi? Bizler kesin mükemmeliyetin peşinde, sonsuzluğu dolaşan kâşifleriz. Bu formülleri bizler icat etmedik, bunlar zaten var. Ramanujan gibi en parlak beyinlerin ortaya çıkıp, Tanrısal bir önseziyle onları ispat etmesini bekliyorlar. Yani sonuç olarak şunu sormak zorundayım; Biz kimiz ki değil Tanrı’yı Ramanujan’ı sorguluyoruz?
Filme bakarken Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu adlı kitabında bahsettiği “Başlangıç ilkesi” aklıma geldi. Hannah Arendt, insanın başlangıç yapma yetisine, eylem yeteneğine, doğuma eş değer bir mucizevî güç atfeder. Başlangıç ilkesi, insanda sonsuz bir gizil güç olduğu anlamına geliyor. Arendt’e göre doğum sadece biyolojik bir olay değil aynı zamanda insanın yenilik yaratma kapasitesini temsil ediyor.
Augustine “Bir başlangıç olsun diye Tanrı, insanı yarattı.” der. İnsanın yaratılışıyla beraber “Özgürlük ilkesi” de doğmuş oluyor. Başlangıç için tanımladığımız eylem, özgürlüğün kendiliğinden gerçekleşmesidir. Dolayısıyla mucizevî yaratma kapasitesini içinde taşır. Yani en beklenmedik şeyi ortaya çıkarabilir. Dini inancına göre okyanusu aşması bile yasak olan bu cesur adam Ramanujan, kendi doğumunu gerçekleştirerek özgürleşmiş ve ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Newton’la kıyaslanan yeteneği ve buluşları, çok sonraları Kara Deliklerin varoluş gizemini çözmeye yarayacaktır.
Film bittikten sonra bir anlığına soluklandım, arkama yaslanıp, gözlerimi kapayıp kendime şu soruyu sordum;
– Hiç kendi doğumunu gerçekleştirdin mi?
Sahi ne yapıyoruz biz? Bu kulakları sağır eden kalabalık gürültüde, bir akıntıya kapılıp gitmekten başka ne yapıyoruz? Kendine bir söz ver ve sözünü yerine getir! Sadece kendimizi devamlı yenileyerek, sonsuzluk içinde bir yer edinebiliriz.