İMDb: 7,6
Oyuncular: Michael B. Jordan, Jamie Foxx, Brie Larson
Yönetmen: Destin Daniel Cretton
“Gölgelerde yaşamak nedir bilirim. Bunu da bu yüzden yapıyorum.”
Türü dram ve gerilim olan; suç, merhamet, adalet, özgürlük, ırkçılık gibi terimlere odaklanan bir filmle karşınızdayız bu ay. Spoiler sevmeyenleri baştan uyarayım, filmdeki pek çok noktayı burada anlatmadan geçemeyeceğim. İzlerken sinir kat sayısının kontrol edilemediği, ne kadar mutlu sonla bitiyormuş gibi görünse de insanı sağlı sollu silkeleyen bir film. Duygularıma hâkim olmakta güçlenirim, bana aksiyon lazım diyenler filmden kaçabilir. Fakat gerçek bir dramı, sağlam bir yapıtta, o dünyanın içine girerek izlemek isteyen herkes bu filmi mutlaka listesine eklemeli. Aslında her yıl ırkçılığı eleştiren filmler çekilmeye çalışılıyor, benzer yapımlar gibi gelebilir hepsi. Fakat yıldızı yüksek üç başrolü ve sağlam kurgusu, daha da önemlisi hikâyenin gerçek olan kısmının çarpıcılığı, bu filmi birçoğundan ayrı ve özel bir yere koyuyor. Filmi izlemiş biri olarak sürükleyiciydi diyemiyorum ama izlerken gerçekten ne ara başladığımı unutup bitti mi gerçekten dediğimi hatırlıyorum. Biraz çelişkili oldu biliyorum ama bence bu o anki gerilim ve heyecandan kaynaklanan bir durum. İnsan sinirliyken gerçekten zaman tüm anlamını kaybediyor, hele ki söz konusu çöpe giden 30 yıllar olunca… Neyse çok uzattım filme giriyorum.

“Tanıştığım ilk idam mahkûmunun benimle aynı mahallede aynı çocuklukla büyüyen ve yaşıtım biri olmasını bende beklemiyordum. Bana muhtaç olanlara yardım etmem gerektiğini sen öğrettin?”
Şu an hâlâ New York Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’nde profesörlük yapan, Harvard mezunu Bryan Stevenson’un kendi kitabı olan Just Mercy: As Story Of Justice and Reduption isimli kitaptan uyarlanmış bir film. Aynı zamanda filmimizin başrolü de yine Bryan Stevenson(Michael B. Jordan). Harvard’dan mezun olup döndüğü zaman başta ailesi olmak üzere herkes onu yüksek maaş ve mevkili bir işe girecek diye düşünürken o Alabama’da yardıma muhtaç idam mahkûmlarının özgürlüklerine kavuşması için çalışmayı seçer. Başta normal masumiyet savunucusu olacağını düşünen taze avukat sonradan asıl savaşının ırkçılık ile olduğunu fark eder. Arkadaşı Eva Ansley(Brie Larson) ile birlikte Equal Justice İnitiative vakfını kurarlar. Bu vakıf sayesinde yardıma muhtaç müvekkillerden tek kuruş para almadan davalara bakmaya başlarlar. Biz filmde birine daha odaklı üç idam mahkûmunun hikâyesine tanıklık ediyoruz. Walter McMillian(Jamie Foxx) 18 yaşındaki bir kızın ölümünden, tek bir kanıt olmadan idama mahkûm edilir. Herbert Richardson TSSB(Travma sonrası stres bozukluğu) hastasıdır, birinin yönlendirmesi üzerine, içinde çocuk olan bir eve bomba koyduğu ve ölümüne yol açtığı için idama mahkûm edilir. Anthony Rey Hinton ise silahlı soygun ve iki kişinin cinayetini işlemek gerekçesiyle idama mahkûmdur. Savcıya bunu ben yapmadım dediğinde “Sen olmasan bile yapan sizden biriydi. Dostun için bu cezayı çekmelisin.” cevabını aldığını öğrenmek sinir eden binlerce şeyden sadece birisi. Walter hapse girdiği dönemde eşini aldatmış birisidir fakat ailesi yine de işlemediği bir suç yüzünden ölmemeli anlayışı ile yıllarca özgürlüğü için uğraşırlar. Ancak atanan hiçbir kamu avukatı bir iki davadan sonra dönüp yüzlerine bakmaz. Bu ailenin ilk kez onların dilinden konuşan bir avukatları olmuştur fakat birbirlerine güvenmeleri zaman alır haliyle. Çünkü karşılarında siyahî olsa da beyazların elinde yetişmiş Harvard mezunu bir avukat var. Her an makam mevki için bırakabilir.

“Ulusumuzun karakterini zengin ve ayrıcalıklı olanlara karşı değil; fakir, mazlum ve mahkûmlara karşı davranışları yansıtır.”
Walter’ın hikâyesi daha filme yayılmış durumda olduğu için önce Herbert ve Anthony’den bahsetmek istiyorum. Filmde Herbert’ın o derece masum gösterilmesi ne kadar doğru tartışılır çünkü yönlendirilmiş olsa bile kendi iradesiyle koyduğu bir bomba var ve ölen küçük bir kız çocuğu. Sadece onun bu yaptığını aynı şartlar altında olan bir beyaz adam yapsa aynı muameleyi görür müydü acaba diye düşündürtüyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın cephesinde ülkesi için yıllarca savaştıktan sonra TSSB hastası olmasının ardından devlet onu tedavi ettirmeliydi normal şartlar altında. Fakat hastalığı bilinmesine rağmen tetikçi olması istenmesi, bunu siyahî olduğu için ondan istemeleri, gönderirken ev boş diye bilgi geçmeleri, jürinin “Görünüşü bile suçlu olmasına yeter” anlayışı ile geri kalan hiçbir sebebe bakmaması Herbert’ın masumluğundan ziyade hukukun taraflılığını göstermiş. Zaten Bryan ne kadar uğraşsa da korkunç pişmanlıkla savaşan Herbert için yeterli gelmiyor ve idama gidiyor, elektrikli sandalyeye. Onu götüren beyaz gardiyan hayatında ilk defa yanık kokusu duyduğunu, ilk defa idam için kaş kirpik dâhil tıraş edildiklerini görünce ayrı bir şok geçiriyor. Fakat Bryan her cezaevine geldiğinde avukat olmasına rağmen çıplak arama yaparken umurunda bile değildi bu gerçekler. Bilmekle görmenin farkı işte… Anthony’nin davasında ise o dönemde çalıştığı iş yerinin patronu en büyük şahit olarak olay saatinde yanında bulunduğunu yıllarca söylemesine rağmen jüri onu asla dikkate almıyor. Bryan tam 16 yıl uğraşıyor bu kesin gerçeği ortaya çıkartmak için. Filmde değil tabi, gerçek hayatta.

“Çoğu insan böyle oturup hayatlarında oturdukları son gün olduğunu bilmez.”
Dönelim Walter’a. Suçlu olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Hatta olayın olduğu gece nelerle uğraştığına dair birçok şahit de mevcut. Eşini aldattığı olayın varlığına kadar… Irkçılık, adaletsizlik, adam kayırma, görevini kötüye kullanma vb pek çok duruma değinilmiş. Bunların arasında birbirine sahip çıkıp sesini duyurmaya çalışan bir azınlığın aralarındaki samimiyet, umutlu olma çabaları, vazgeçmeyişleri de çok güzel işlenmiş. Kendisine az rol verilmiş olsa bile gelen tehditlere, yalnız büyüttüğü kızının hayatına rağmen söylenenlere aldırış etmeden, desteğini esirgemeyen Eva da çok önemli bir karakter. Hiçbiri, suçsuz insanlara yardım etmek isterken, ırkçılıkla bu kadar savaşmak zorunda kalacaklarını bilmiyordu başta. “Adaletin en büyük düşmanı umutsuzluk” ve hepsi aslında her şeyden önce umutlarını kaybetmemek için savaşıyor. Filmi izlerken bile bu süreç bitmeyecek galiba diyerek izliyorsunuz. Yaşananların 30 yıllar boyunca olduğunu düşünmek çok daha korkunç. Şerifin tehditle yalancı şahit tutması, o dönemdeki savcının hiçbir kanıt olmadığına dair belgeleri saklaması, gerçek şahitlerin açıklamalarının arşivlerde saklanması, “nasılsa o bir siyahî” anlayışı ile hiçbir jüri üyesinin davayla ilgilenmek istemeyişi… Byran Harvard mezunu olmasa onun da yüzüne bakacak kimse olmazdı ki yine de pek bakmış sayılmazlar. Üst mahkemelere başvurması halinde pek çok kirli çamaşır döküleceği için onu ciddiye almak zorunda kalırlar. Yıllar sonra üst kurul önceki avukatların düzgün savunmadığı gerekçesiyle dosyayı tekrardan açar.

“Sistemimiz bu adamdan geri vermeye gücümüzün yetemeyeceği kadar çok şey aldı. Kendimize daha yakından bakarsak hepimizin sandığından daha fazla adalete ihtiyacı olduğuna inanırız.”
Filmde oyunculuğu ile devleşen ve filmi üstlere taşıyan oyunculuk kesinlikle Walter karakteri ile Jamie Foxx’a ait. Her ne kadar rolünün hakkını verse de Michael B. Jordan’ı izlerken sanki bir yerlerden, meşhur jest ve mimikleriyle, “What’s up?” diyerek çıkıp gelecekmiş havasını üstümden atamadım. Black Panther filmiyle adını daha geniş kitlelere duyuran oyuncu bana film boyunca Chadwick Bossemann’ı hatırlattı. Marvel evreninde T’Challa’nın yerini alacağına dair söylentiler mevcut. Bu filmden sonra düşündüm de gerçek hayatta da Chadwick’in anısını devam ettirecek bir oyuncu olmuş. Tabii ki herkesin yeri ayrı fakat hâlâ devam eden ırkçılığa karşı bazı oyuncular tüm siyahîlerin dünyadaki sesleri oluyorlar. Chadwick onlardan biriydi ve şimdi de Michael için aynı şeyi konuşuyoruz. Brie Larson’ın çok az rolü vardı, daha fazla izlenebilirdi belki ama siyahîlerin seslerine daha çok yer verilmesi de çok güzel olmuş. Filmde genel olarak oyunculuklar çok içtendi. Yer yer soğuklarmış gibiydi ama bu daha çok acının donuklaştırdığı insanlar izlenimini verdi bana. Jamie Foxx diğer iki başrole göre filmi daha da devleştirmiş diyebiliriz. Mükemmel oyunculuğu ona iki tane En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü kazandırmış. M. B. Jordan bir tane En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alırken, aynı yarışmada film En İyi Oyuncu Kadrosu ve Olağanüstü Sinema Filmi ödüllerini de almış. Bunlardan ayrı olarak farklı platformlarda İfade Özgürlüğü Ödülü ve Yılın En İyi 10 Filmi ödülleri de almışlar.

“Şu çam ağaçlarına bak. Biz doğmadan önce gelmişler ve biz gittikten sonra da yaşayacaklar. Bizim yaşadıklarımızın aynısını yaşamışlar ama hâlâ rüzgârda dans ediyorlar.”
Şöyle bir gerçek var; film mükemmel ötesi, her film severin gönlünü kazanabilecek bir film kesinlikle değil. İşlediği konu ve işleyiş şekliyle çok önemli bir noktada, en çok da tamamen gerçek olaylara dayanmasıyla… Filmin sonunda 30 yıldan sonra suçsuzluğu ispatlanan birinin iç çekişini görmek tüm kayışları kopartıyor zaten. Mahkeme sahneleri de dâhil olmak üzere filmde hızlı olan hiçbir sahne yok. Hikâyenin dramasıyla sürüklenip gidiyorsunuz. Fakat çok yerinde kullanılan, her biri üzerine uzun uzun konuşulabilecek çok anlamlı replikler geçiyor. Ben burada çok azına yer verebildim. Byran Stevenson aynı isimli kitabında filmdekilerden çok daha fazla ve acısını anlatılmış. Bülbülü Öldürmek kitabıyla aynı kasabada, Alabama’da geçiyor aynı zamanda. Kitap içinde Harper Lee’nin bu kült eserine de göndermeler mevcut imiş. Yalanları ortaya çıkan şerif görevine devam etmesi yetmiyormuş gibi birkaç yıl öncesine kadar anca emekli olmuş. Yine aynı savcı emekli olmasına rağmen “İhtiyaç halinde göreve çağırılma” durumundan ötürü hâlâ maaş almaya devam etmekteymiş. Walter ve Anthony çıktıktan sonra geçen yıllar için tazminat davası açsalar da kazanamamışlar. Walter içerde yaşadığı şeylerden sonra tazminat davasını da kaybedince 2013 yılında demans hastalığı sebebiyle vefat etmiş. Verilen oranlara göre ABD’de her 9 idam mahkûmundan 1’i masummuş. Bu korkunç bir oran… Bulabildiğim kaynaklara göre ise Bryan ve Eva sadece 140 masumu idamdan kurtarabilmişler. Byran hâlâ hukuk profesörü olarak hem akademide hem vakıfta görevine devam etmekte. 5 Nisan Dünya Avukatlar Günü başta Byran ve Eva olmak üzere, kendini mesleğine adamış, masumların iyiliği için umudunu kaybetmeyen, görevini hakkıyla yapan bütün avukatlar için kutlu olsun. Bir gün gerçekten “Özgür ve Adil” bir dünyaya kavuşmak ümidiyle…
