İdeal dünya ya da ideal toplum yaratma fikri insanlık tarihi kadar eski. Platon’un Devlet’inde de bahsettiği ve ortaya koyduğu ideal toplum birçok filozof, düşünür ve yazara ilham kaynağı oldu ve bu anlamda değişik tezlerin ortaya atılmasına yol açtı. Ütopya ve distopyaların dayandığı nokta da gene insanlığın refah ve düzen içinde yaşama arzusunun neticesi olarak gösterilebilir. Yeni dünya farklılığın ve çeşitliliğin desteklendiği bir yere doğru evrilirken distopyalar bunun tam tersinin de mümkün olabileceği bir dünyanın çok da uzağında olmadığımızı bize hatırlatmakta. Hatta kısmen içinde yaşadığımızı bile düşündürür zaman zaman. Edebiyatın ve sinemanın insanları kışkırtan yanını en çok bu eser ve yapımlarda görmek mümkün. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Orwell’in 1984 adlı romanı bu alanda akla gelen ilk iki eser denilebilir. Bu eserlerde yansıtılan dünyanın en belirgin özelliği, katı bir şekilde ayrılmış sınıflı bir toplum yapısına sahip, gündelik yaşamın belirsizlikten, farklılıktan uzak; toplumun düzenini önceleyen ve bireyselliği hiçe sayan bir yapıda olması. Cesur Yeni Dünya’da geçen “Herkes, herkes içindir” sözünü de burada hatırlamadan geçemeyeceğim.
Bu kısa girişten hareketle, distopik dünyanın neredeyse bütün niteliklerini barındıran aslında işin özünde aynı kapıya çıkan bir başka kitap ve uyarlamasından bahsetmek istiyorum. Philiph Noyce’un yönetmenliğini yaptığı The Giver filmi Lois Lowry’nin aynı adlı romanından uyarlanmış. 1993 yılında çocuklar için yazılmış bu roman gelecekte, belirsiz bir tarihte geçiyor. Anı toplayıcısı olan 12 yaşındaki Jonas’ın verilen görevle beraber hakikate ulaştıkça bulunduğu topluluktan ayrılıp yabancılaşmasını, aslında kurgulanmış bir gerçeklikte yaşadığını keşfetmesi ve belirsiz de olsa sınırın ötesine geçişini konu ediniyor. “Büyük yıkım” dedikleri bir travmadan sonra insanlık, bütün farklılıkların, acının, öfkenin, nefret uyandıracak her türlü his ve söylemin hatta renklerin bile ortadan kaldırıldığı, böylelikle refahın ve huzurun hakim olduğu yeni bir dünya inşa eder. Eski topluma ait değerler, inançlar, kitaplar, anılar… Kısacası insanlığın bütün bir geçmişi silinmiştir.
Film, renklerin algılanmasının dahi yasaklandığı siyah beyaz bir dünyaya açıyor kapımızı. Sadece bununla sınırlı değil; aynı tip giyinen, düşünen ve konuşan insanların olduğu, günümüz şartlarını düşünürsek, olmaktan korktuğumuz yere götürüyor bizi. Ayrıcalıklı bir grubun yönettiği (genellikle toplumun ileri gelen büyükleri olur) Huxley’in ifadesiyle “tümüyle denetim altında, kolektifleştirilmiş bir toplum” oluşturulmuştur. İnsanların ne hissedeceğinden tutun ne düşüneceğine veya ne konuşacağına kadar her şeyin kontrol altında tutulduğu, yapay fakat yapay olduğunun bilincinden yoksun bırakılan insan yığınları… İnsani vasıflarını yitirmiş otomatlar topluluğu da diyebiliriz.
Filmin başındaki bir monolog daha iyi anlatacaktır.
“Yıkımın küllerinden topluluklar inşa edildi. Sınırlar tarafından korundu. Geçmişe ait bütün anılar silindi. Yıkımdan sonra yeni bir başlangıç yaptık, yeni bir toplum oluşturduk. Gerçek bir eşitliğin olduğu bir toplum. Kurallarsa bu eşitliğin temel taşlarını oluşturuyor.”
“Dilimizi doğru kullan!”
“Sadece sana verilmiş kıyafetleri giy!”
“Sabahları ilacını al!”
“Akşamları sokağa çıkma yasağına uy!”
“Asla yalan söyleme!”
“Farklılığın yasak olduğu bir dünyada yaşıyorduk. Popülerlik diye bir şey yoktu. Şöhret yoktu. Kaybeden ya da kazanan yoktu. Korku, acı, kıskançlık, nefret… Bunlar dile getirilen sözcükler değildi.”
Tek tip giyinen, sınırlı sayıda kelime kullanarak konuşan ve emir gereği her gün uyuşturucuyla algılarının yok edilmesini kabul eden bir topluluk bunu hangi gerekçeyle yapar? Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına dönersek insanlar “Soma”yı (topluluğun kullandığı ilaç)hazlarını sınırsızca doyurmasına karşılık kullanmaya razı olurken, The Giver filmindeki topluluğun gerekçesi neydi?
Bu noktada karşıma hep Machiavelli çıkıyor. Korkunun insan davranışında oldukça belirleyici bir rolü olduğunu, toplulukları yönetmedeki güçlü işlevini anlatan düşünceleri ister istemez geçiyor aklımdan. Katı kurallara sahip olsa bile bir topluluk içinde yaşamak insanoğluna en azından güvende olma hissini vadettiğinden bunu sağlayacak sistemler de bu anlamda hep gündemimizde ola gelmiş.
Ortada “büyük yıkım” gibi bir travma varsa, korkunun şiddeti arttıkça, feda edilecek şeyler de artıyor haliyle. Filmde, korkuları sebebiyle insani özelliklerin sistemli bir şekilde ortadan kaldırıldığı bir topluluk çıkıyor karşımıza. Renklerin yok edilmesini, hayata kattığı anlam olan çeşitliliğin yok edilmesi olarak düşünebilirsiniz. Doğada her bir rengin sayısız tonu olduğu düşünüldüğünde, bunu ortadan kaldırmak daha doğrusu bunun algılanmasını ortadan kaldırmak, doğrudan insan algısına müdahaledir.
Filmde, gerçeği bilmeye sadece toplumu yönetenler ve onların izniyle seçilen anı toplayıcılarının hakkı var. Geçmişi bilmek sadece geleceğin inşası ve yaratılan korkunun sürdürülmesi için gerekli. Anı toplayıcısı olarak seçilen Jonas’ın her sabah kullandıkları hapı bırakmasıyla, algıladığı ilk şey renkler oluyor. Gerçekleri görebilmesi için sistem tarafından buna izin veriliyor. Bunu, bir hap gibi sunulan ideolojilerden yakasını kurtaran bireyin farklı düşünce ve inanışların bilincine varması ve hayata daha geniş bakabilmesine benzetebiliriz. Bir anlamda uyanış diyebiliriz.
Sinemada rengin anlam yaratmada bilinçli olarak kullanılmasına verilebilecek örnek filmlerden bir tanesi de galiba bu filmdir. Jonas’ın Fiyona’nın saçları ya da elmanın rengini algıladığı anları düşünürsek hakikat ve renk ilişkisinin nasıl kurulduğuyla ilgili bir fikir edinebiliriz.
Jonas’ın algıladığı ilk nesnenin kırmızı bir elma oluşu ise Hz. Adem’e kadar uzanan, insanlığın en kadim hikayesinin tekrarı gibi. İnsanlığın ortak mirası olan geçmişin seçilmiş anı toplayıcıları tarafından nesilden nesile aktarımı, bunun dışında kalan bütün bir toplumun ortak hafızasının silinmesi söz konusu filmde. Ortak belleği oluşturan tarih, edebiyat, sanat ve buna bağlı olarak insan ırkının düşündüğü, yaşadığı, parmağının dokunduğu her şey ortadan kaldırılmış oluyor. Bunların insanlar arasında ayrışma, savaş ve yıkımlara neden olmasından ötürü toplumsal yaşamdan tamamıyla kaldırılmasının meseleleri çözeceği düşünülüyor. Bu bir tez elbette ve uygulanabilirliği filmde de görüldüğü gibi bir yerden sonra mümkün olmuyor. Platon’un Devlet’inde, gerçeklikten uzak bir dünya kurdukları ve bu sebeple insanları mutsuzluğa sevk ettikleri için şairlere yer yoktu. Bu düşünceyi Ray Bradbury, Fahrenheit 451 kitabında da işliyordu. Son dönemlerde oldukça popüler kitaplar arasına giren bu eserde, kitapların ve dahi yarattıkları dünyaların insan nesli için yıkımlara sebep olduğu, sonuçları itibariyle pek de masum olmadıkları tezini işliyordu. Yaratılan dünyada itfaiye teşkilatının tek işlevi kitapları gerekirse cebren yakmaktı. Distopyaların genelinde belirttiğim gibi korku unsuru toplumları kontrol etmede büyük bir işlev kazanıyor ve yaratılan sistem, ortak mutabakatla inşa edilse bile bir yerden sonra topluma yönelen ve tehdit unsuruna, bir ejderhaya (Leviathan) dönüşüyor. Düşünce tarihine bakarsak devletin ortaya çıkış sebebi de aşağı yukarı aynı sebebe dayanır. Doğa durumundaki özgür insanın vahşi yaşamdan korunmak ve mülkünü koruyabilmek için özgürlüğünü bir otoriteye terk etmesi, bir anlamda özgürlüğünden feragat etmesi söz konusu. Filmde “büyük yıkım”ı tekrar yaşamamak için neredeyse her şeyinden vazgeçmeyi kabul etmiş hatta ettiği dahi unutturulmuş bir topluluk var karşımızda. 1984 romanındaki unutan hatta unuttuğunu da unutan bir topluluk adeta.
Bu tür eserlerin üzerine dikkati çektiği diğer bir unsur dildeki kavramlar üzerinde yaptığı sınırlamalarla anlamın ve toplumsal algının ne derece değiştiğini göstermesi. Neredeyse bütün eserlerde işlenen şey, yeni bir toplum inşasının dil ve kavramlarda yapılacak değişikliklerle kolaylaştığını, bunun en önemli ayak olduğunu vurgulamalarıdır şüphesiz. Filme dönersek mesela, ölüm, mutsuzluk, acı gibi olumsuz çağrışımı olan kelimelerin kullanımının yasaklanması, haliyle bunu ifade eden başka kelimelerin kullanılması anlamına gelir. Bir kavramın ya da kelimenin adını değiştirdiğinizde anlamın ya da algılanış biçiminin nasıl değiştiğini filmden bir örnekle anlatmak gerekirse, ölüm yerine “sınırın ötesine gönderilmek” ifadesinin kullanılması ve otoritenin meşru bir yöntem olarak toplum standartlarına uymayanlar için bunu kullanması örneği çok çarpıcıydı. Jonas’ın ifadesiyle;
“İnsan öldürmeyi ortadan kaldırmamışlardı. Onu evimizin içine kadar getirmişlerdi. Sadece buna farklı bir isim takmışlardı.”
Yazılabilecek daha birçok detay var ama yazıyı daha fazla uzatmak niyetinde değilim. Filmin, bahsettiğim diğer eserlerle olan benzerliklerini ortaya koydum. Yeni bir şey söylemese de bahsettiğim eserlerin farklı bir yorumu gibi. Bu da konuya dönüp başka açılardan tekrar bakma ve düşünme imkanı sağlıyor.
Filmin konusu dikkatinizi çektiyse buna benzer iki film daha geliyor aklıma. Truman Show ve The Village filmleri de ilginizi çekebilir.